Bu yazıya, ülkemin geleceğiyle ilgili derin bir hayalkırıklığı ve endişe duyduğumu belirterek başlamak istiyorum. Bu seçimde de, ülke olarak partizanlıktan öteye geçemiyor oluşumuz nedeniyle farkında olmadan neleri kaybettiğimizi, kendi kavrayabildiğim kadar anlatmaya çalışacağım. Siyasetçi değilim, politika benim işim değil. Ama günlük hayatta yaşadıklarımız, hayatımızda o kadar fazla yere değmeye başladı ki; politikadan bağımsız düşünmek bence imkânsız.

Baştan açıkça belirtmeliyim ki; okumasını ve düşünmesini hayal ettiğim kişiler bu yazıyı asla okumayacak, biliyorum. Giderek daha fazla farkediyorum ki; aynı düşünceye sahip insanlar bile birbirlerini dinlemeye tahammül edemezken, düşüncelerimizin taban tabana zıt olduğu insanlar bu yazdıklarıma ya hiç erişemeyecek ya da okumaya değer bulmayıp gözardı edecekler. Dilerim ki; en radikal fikirlere sahip kişilerle bile karşılıklı, insanca, aşağılamadan konuşabileceğimiz günleri görebiliriz.

Seçim Öncesi

AKP’nin 16+ yıllık iktidarının ülkeye zarar verdiğini, her noktada yozlaştırdığını düşünenlerdenim. Ekonomi bugün kötü, yarın iyi olabilir. Ama kamu kurumları ve tüm toplum olarak yozlaşan bir Türkiye kolay kolay düzelemez. Kuralsızlığın, hukuksuzluğun yerleştiği bir düzende, bunları yeniden tesis etmek ancak çok büyük değişikliklerin bir araya gelişi ve muhtemelen büyük acıların çekilmesiyle olur. Bu seçim, devlet yönetim sistemindeki değişikliklerin kritikliği, ittifak düzeni, muhalefetin yaptığı akılcı gibi görünen hamleler ve Muharrem İnce’nin dinamizmiyle bir çoğumuz heyecanlandık; uygun şartların oluştuğunu ve ülkenin yeniden rayına oturacağını düşündük.

Ülkedeki beyin göçü herkesin mâlumu. Birlikte çalıştığım ve çalışmadığım bir çok kişi artık yurtdışında yaşıyor. Bir çok şirketin yarı veya daha fazlası bir kaç senede bir tamamen değişiyor; dolayısıyla şirket hafızaları zayıflıyor, çalışanlara verilen eğitimler, henüz yeterince verim alınamadan ölü yatırımlara dönüşmüş oluyor. Nitelikli çalışanlara ulaşmak, kaliteli iş yapmak her geçen gün biraz daha zorlaşıyor.

Peki bu insanlar neden gidiyor?

Aslında bu konuda başka bir yazı yazmaya başlamıştım ama tamamlamak mümkün olmadı. Uzun süredir ben de hem kendimle, hem eşimle gidip gitmemek konusunda mücadele halindeyim. Bir yanımız bu ülkeyi çok severken, diğer yanımız çaresizlikle karışık duygular içinde.

Kaygılarımı birer kelimeyle özetleyecek olsam;

  • Eğitim
  • Huzur
  • Alım gücü
  • Özgürlükler (basın, düşünce, kişisel)

ilk aklıma gelenler olur. Bunların hepsini ifade eden bir başka sözcük daha var: “yaşam kalitesi”. Gelin her bir başlığı biraz daha açalım…

Eğitim

Şu aralar sınavlara giren ya da hazırlanan bir akrabanız yoksa ve ben size üniversitelere giriş sınavının adını sorsam kaçınız biliyor? Tek bir iktidarın sorunu olmamakla birlikte eğitim, AKP döneminde sistematik olarak geriletiliyor, yap-boz tahtası gibi değişikliklere uğruyor ve ideolojiyle kirletiliyor. Hayranlıkla bakılan devlet okulları proje okul ilan ediliyor ya da bölünme tehdidi altında. Özel okullar her geçen yıl biraz daha ulaşılamaz hale geliyor ve ulaşabilen küçük azınlık, bir kaç araba/ev parasından ferâgât etmek zorunda. Üstelik bu okullar nispeten daha kaliteli eğitim verseler de aynı müfredata maruz bırakılıyorlar.

Türkiye’de dünyayla eşdeğer kalitede eğitim verildiğini iddia etmek giderek zorlaşıyor. Bunu PISA gibi çeşitli testlerle gözlemlemek mümkün. En basitinden; kendi dilinde okuduğunu anlayamayan nesiller yetiştirmek, geleceğimiz için kaygı verici değilse, nedir? Yarın bir gün, yurtdışındaki okullar, Türkiye’deki okullar için denklik vermekten vazgeçebilirler mi?

Eğitim o kadar kritik bir mesele ki; bugün yaşadığımız yozlaşmışlık, hukuksuzluk vb. bir çok sorunun en temel sebebi diyebiliriz. Düşünmeyi değil, ezberlemeyi öğreten bir sistemimiz var. Dolayısıyla bir çok şeyi boşuna öğreniyor, neden öğretilmeye çalışıldığını anlamadan, altında yatan prensipleri asla öğrenemeden mezun oluyoruz. Şayet matematikte formülleri değil de, o formülün çözdüğü problemin neleri çözebileceğini ve neden gerekli olduğunu öğrenebilsek her şey daha farklı olabilir. Dini ve politik hassasiyetlerle şekillendirilmiş değil, akla ve bilime hizmet eden, düşünmeye, sorgulamaya ve girişimciliğe teşvik eden bir eğitim sistemine ihtiyacımız var.

Askerden kaçmak ya da meslek bulabilmek için değil, uzmanlaşmak ve akademik fayda sağlamak için üniversite okumamız gerekmez mi? Devletin iş alanlarıyla ilgili politikalar geliştirip, teşvikler uygulayarak; yetkinlikleri doğrultusunda ve en önemlisi objektif bir şekilde (torpilsiz) öğrencileri yerleştirmesi/yönlendirmesi, hem öğrenciler, hem de toplum adına daha yararlı olmaz mı?

Çevre bilincini vermediğimiz, doğayı, hayvanı, insanı sevmeyi öğretemediğimiz bir toplum ne kadar sağlıklı olabilir?

Eğitim, her şeyin temeli. Ülkenin en karanlık dönemlerinde, Mustafa Kemal Atatürk’ün neden her şeyden çok eğitime önem verdiğini, köy enstitülerinin aslında ne kadar kritik bir rol oynadığını şimdi hepimiz daha iyi anlıyoruz, değil mi?

Bu yazıda bahsedeceğim her şey, dönüp dolaşıp eğitim konusuna bir yerlerinden değecek. Dolayısıyla daha da uzatmadan, diğer başlıklara bakalım.

Huzur

Türkiye’de yaşayıp da mutlak huzurdan bahsedebilen var mı? Biliyorum; hepimiz küçük, huzur dolu balonlarımızda, bize dokunulmadığı sürece mutlu mesut yaşıyoruz. Ama gerçekten mutlu ve huzurlu muyuz?

Türkiye’de sokakta yürürken başınıza ne geleceğini asla bilemezsiniz. Trafikte terörize edilmeniz, yürürken taciz edilmeniz, giyiminizden dolayı tecavüze uğramanız, alakasız olduğunuz halde FETÖ’cü denerek içeri alınmanız, öldürülmeniz, yaralanmanız işten bile değildir; hatta olağandır. Kaçımız, linç edilmeden ya da hakaret suçlamalarıyla karşılaşmadan düşüncelerimizi rahatlıkla açıklayabiliyor? (Tabii ufak bir özeleştiri de yapmak lazım; kaçımız küfür/hakaret etmeden, hakkıyla eleştiri yapmayı becerebiliyor?)

Günde 3 saati trafikte geçen biri nasıl huzurlu olabilir? Yeşil görünce hepimizin yayılıp yuvarlanası geliyor ama örneğin İstanbul’da bir avuç yeşil alan dışında beton olmayan yer kaldı mı? Örneğin Londra’daki, Amsterdam’daki parkları gören bir kişi, İstanbul’da park var diyebilir mi? Bilenler bilir; Ataşehir’deki Nezâhat Gökyiğit parkı, Kadıköy’deki Fenerbahçe Parkı, Belgrad Ormanı, Atatürk Arboratumu ve son keşfimiz Alibeyköy Barajı’nın yanındaki park İstanbul’da yaşarken bizim nefes alma alanlarımızdı. Bu parklar ya çok küçük ya da çok uzak. Ve İstanbul ölçeğinde düşündüğünüzde, sorunları bitmeyecek kadar çok. Nezâhat Gökyiğit, botanik bir park olması nedeniyle belki de içlerinde en güzelidir. Ama oraya her gidişimde mutlu olmakla beraber acı acı gülümsüyorum; zira otobandan arta kalmış adalardan oluşturulmuş, yeni yapılan gökdelenlerin arasında kalmış, araç seslerinden arınamadığınız suni bir alan maalesef. Şimdilerdeyse İzmir Kent Ormanı’na gidiyoruz. Burası ve Sasalı’daki kuş cenneti, (başka yer yokmuş gibi) şimdilerde hükümetin altyapı yatırımlarının tehdidi altında.

Huzur, bir noktada kaçınılmaz olarak ekonomiye değiyor. Alım Gücü’ne geçelim mi?

Alım Gücü

Bunu yazdığım saatlerde, seçim sonuçlandığı halde dövizin arttığı haberleri yapılıyor. OHAL’in sürdüğü, Merkez Bankası’na karışılacağının sinyallerinin bolca verildiği, hukukun tamamen devre dışı bırakıldığı bir ülkede bunun sürpriz olmadığını uzmanlar uzun süredir söylüyor.

“Dolar dolsa ne olur, dolmasa ne olur?”

Asgari maaşın oldukça düşük (neti ~₺1600) olduğu ülkemizde, her geçen gün fiyatlar zamlanıyor ve enflasyonla birlikte topluca fakirleşiyoruz. Yukarıdaki cahilce yapılmış yorumu gözardı edersek; dövizdeki artış, tükettiğimiz neredeyse her şeyin yurtdışından gelmesi nedeniyle hepimizi sandığımızdan çok daha fazla etkiliyor.

Vergilerin ve devlet harçlarının yanısıra, kiralar, faturalar, gıda, yakıt, giyim vb. temel kalemlerin tamamı artıyor. “Otomobil alınca bir kendimize, bir de devlete alıyoruz” esprisine gülüyoruz ama gerçek. Evlerin fiyatları alım gücümüz düşmesine rağmen artmaya devam ediyor. Neyse ki bir çok şirket işimizi yapabilmemiz için gerekli olan bilgisayar ve telefon gibi ekipmanları satın alıyor; zira bilgisayarlar ₺8000–12000 arası değişen fiyatlara satılıyor artık.

Peki soru şu: Bu zamlarla birlikte maaşlarımız da artıyor, eyvallah. Ama nereye kadar? Her sene burada saydığım ve say(a)madığım bir çok gider, maaşlarımızı kırparak kuşa çevirirken, özel sektör aynı oranda zam yapmayı ne kadar sürdürebilir?

Tüm bunları (çocuk, ev, araba, yatırım, girişim vb.) gelecek planlarıyla birlikte düşünürsek ortaya pek iç açıcı bir tablo çıkmıyor. Kaldı ki; Türkiye’de yatırım yapmanın, girişim kurmanın zorlukları (vergisel, bürokratik yükler vs.) ayrı bir yazı konusu ve beni aşar.

Özgürlükler

16 senelik AKP iktidarında özgürlüklerin gerilediğini bir tek kendileri kabul etmiyordur sanırım. 🙂 Elimde 2006 senesine ait karikatür yıllığı var ve toplum olarak ne kadar değiştiğimizi daha çarpıcı şekilde gösteren bir gösterge düşünemiyorum.

AKP döneminde doruğa ulaşan polis devleti kimliğimiz, OHAL’le birlikte tavan yaptı. Polisin ya da herhangi bir devlet görevlisinin yaptığı bir yanlışı sorgulamak bir yana dursun, şikayet dahi edemiyoruz. Bu cezasızlık ve umursamazlık, yozlaşmanın en önemli sebeplerinden de biri. Trafikte hiç bir önceliği olmadığı halde çakarları ve kornasıyla arkanıza takılıp sizi taciz eden o siyah filmli araçlar sizi de tedirgin etmiyor mu?

Çektirdikleri fotoğrafta içtiği içkiyi saklama ihtiyacı duyan ünlülerimizi (!), çıkar ilişkisi ya da bir şeylerden korktuğu için doğruları söylemeyi bırakan ve hatta yalanlara ortak olan sanatçılarımızı unutmamız mümkün mü?

Ana akım medyadaki ve tüm dizi-filmlerde uygulanan her türlü sansürü, yasaklanan yüzbinlerce siteyi, Wikipedia’ya ulaşılamamasını nasıl unutabiliriz? Tabii iyileşen şeyler (!) de yok değil; örneğin kitaplar artık satır satır sansürlenmiyor, D&R gibi el değiştirmeler sağolsun; doğrudan raftan kaldırılarak toplatılmaya bile lüzum olmadan sansürleniyor.

Bilgiye ulaşmak isteyen reşit kişiler parasıyla VPN satın alıyorlar; devlet bunları da engellemek için her türlü girişimi yapıyor. Bilemiyoruz ama telekom altyapılarına yapılan müdahelelerle takibatın boyutunun sandığımızın çok ötesinde olduğu söyleniyor.


Yukarıda saydığım şeyler çok kısa sürede aklıma gelen şeylerin çok ama çok ufak bir bölümü. İçinden geçtiğimiz 16 yıllık dönem, atanamayan öğretmenleriyle, devletin cemaatlere teslim edilmesiyle, masum insanların hayatlarıyla oynanmasıyla hatırlanacak maalesef.

AKP’ye oy vermeyen kesim, bir Türkiye haritasında sahillere sıkışmış renk bölgelerinden ibaret değil. Milyonlarca insandan bahsediyoruz. Ve şimdi mağduriyetlerle iktidara gelmiş AKP, kendisine oy vermeyen insanları on yıllardır mağdur etti, etmeye de devam ediyor. Önceki iktidarların hataları yok muydu? Elbette vardır. Türban yasakları (her ne kadar kişisel olarak karşı olsam da bir haktır), askeri vesayet, darbeler derken çok büyük yanlışlar yapıldı. Ancak AKP, iktidarda olduğu 16 yıllık dönemde, ülkenin bundan sonraki onlarca yılına mal olacak çok büyük hatalar yapıyor ve yapmaya da devam edecek gibi görünüyor. Bedeliniyse hep beraber görecek ve ödeyeceğiz.

Yazdıklarıma katılmayabilirsiniz ama yazdıklarımın toplumun hiç değilse belli bir kesiminde karşılığı olduğunu biliyorum. İşte böyle bir ortamda; Muharrem İnce’nin tüm konuşmaları, karanlığı yaran bir fener gibi aydınlattı hepimizi. CHP’nin Abdullah Gül’ü aday gösterebileceğini öğrenince kahrolup, Muharrem İnce ile yeniden doğmuş gibi sevindik, umut bulduk. Bazılarımız elini taşın altına koydu; üşenmeyip mitinglere gitti, seçimlerde çalıştı. Çünkü bir tarafta kötü gidişâtı dış güçlere bağlayıp siyasi vaât olarak kıraathâne öneren bir hükümet varken, öteki tarafta sorunun içeride olduğu kabul edip restorasyon öneren, devletin geleceğini garanti altına alacak söylemlerde bulunan, girişimciliği, teknolojiyi ve değişimi hep ön planda tutan aydın bir lider vardı.

Muharrem İnce’nin ~50 günlük seçim çalışmalarında söylediği pek çok konuşmasını sonuna kadar tüm detaylarıyla dinledim. Meydanlarda da üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri söylediğini bildiğimden, tarihe not düşmek açısından şu kaydı paylaşmak isterim:

Burada söylediği her şey, bana göre, Türkiye’nin geleceğiyle ilgili çok önemli ve doğru söylemlerdi ancak maalesef toplumun geneline ulaşamadı, karşılık bulmadı. Konuşmalarına kulak misafirliği yaptığım (tanımadığım) pek çok kişi Muharrem İnce’nin konuşmalarını öyle ya da böyle kıyısından köşesinden duymuştu ancak yarım yamalak bilgilerle, duymak istedikleri kadar.

Neticede Recep Tayyip Erdoğan’a ülkenin kaderini tayin edecek, bir kişinin sahip olmaması gereken tüm yetkileri ülke olarak teslim etmiş olduk. Bundan sonrasını hep beraber yaşayarak göreceğiz.


Seçime Yönelik Gözlemlerim

Seçimde, Muharrem İnce’nin sandık müşahidi (ilk kez bir seçimde hem CB adayları, hem de partiler için ayrı müşahit görevleri vardı) olarak İzmir / Konak ilçesinde bulunan Yenişehir Mahallesi’ndeki Gaziosmanpaşa İlköğretim okulunda görev yaptım. Oy kullandığım sandık ise Göztepe’deki İzmir Amerikan Koleji’nde bulunuyordu.

Önceki senelerde Oy ve Ötesi müşahidi olarak görev yaparken, bu sene Sandık Gücü’nden katıldım. Beni aradıklarında zor bir bölgede görev yapmak istediğimi ilettim; arayan kişi de çok bilinçli değil gibiydi ama nihayetinde Yenişehir Mahallesi’ndeki Gaziosmanpaşa İ.Ö.O. çıktı.

İzmir’i laik kesimin kalesi olarak bilenler paylaştığım sandık tutanaklarını görünce gözlerine inanamadılar. Öncelikle Yenişehir Mah.’nden bahsedeyim:

Sabah 06:30 civarında okula gittiğimde, okul müdürü ve 2 müşahitle karşılaştım. Önceki seçimlerden farklı olarak, torbaları sandık başkanlarına değil, okul sorumlularına teslim ediyorlarmış. Vardığımda tüm sandıklara ait torbalar müdürün odasındaydı.

06:45 civarında CHP’nin okul sorumlusu geldi ve diğer müşahitlerle birlikte kısa bilgilendirmeler yaptı. Sandık Gücü, CHP’den (daha çok Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin çabalarıyla) çıkmış olsa da, CHP’yle bağları nispeten zayıf bir girişim. Sandık bilgilerimi içeren SMS’i kendi hatamdan dolayı kaybettiğimde, atandığım sandığı öğrenmem bir hayli zamanımı aldı. Sandık Gücü’nden gelen müşahitlerin kaydı maalesef bina sorumlusunda da yoktu.

07:00 civarında sandık başkanı gelip torbayı teslim aldı; tanıştık. Görevi ilk kez yapan, son derece kibar ve iyi niyetli biriydi. Benim dışımda, bir de HDP’nin bir sandık kurulu üyesi gelmişti. Hep birlikte sohbet edip diğer sandık kurulu üyelerini beklemeye başladık. 07:10 civarında daha önceden sandık başkanlığı da yapmış biri gelip memur olarak sandık kurulunda görev yapacağını söyledi. 07:15 civarında AKP’nin ve CHP’nin bina sorumluları, Yenişehir Mah.’nde yaşayan 2 kişiyi tanıttı ve görev kağıtlarını verdi. Sandık kurulu için yeter sayısı bulununca hazırlıklara başladık; ben de elimden geldiğince hazırlıkları hem izledim, hem de yardımcı oldum. Bu açıdan; oldukça uyumlu ve sorunsuz bir sandık kurulumuz olduğunu söylemeliyim. Müşahit olarak bana hiç sorun çıkarmadılar ve tam tersine destek oldular. Sandık kurulu, pusula ve zarfların mühürlenmesi konusunda da yeterince hassastı ve herhangi bir sorun yaşanmadan tüm pusula ve zarfları mühürledik.

08:00 gibi ilk seçmenler gelip oylarını kullandılar. Güne biraz olaylı başladık. Bizde oyunu kullanması gereken bir seçmen, girişteki mahallelinin yönlendirmesiyle oyunu yan sandıkta kullanmış. Yan sandık da kimlik kontrolünü yapmadan oy kullandırmış. Olay sonradan anlaşılmış, gelip bize söylediler. Biz oy kullandırmayıp yan sandığın tutanak tutmasını istedik. Bu noktada yan sandığın sandık başkanının tecrübesiz olduğunu ve dersine yeterince çalışmamış olduğunu belirteyim zira bu durumda dahi bize gelip “tutanak tutalım, değil mi?” diyordu. 🙂 Sandık başkanımız YSK’yı arayıp oy kullanabileceğinin teyidini aldı, seçmen oyunu kullandı. Yan taraf, bu olayın hemen akabinde bir kez daha hatalı oy kullandırdı. Kendi sandığımdan ayrılamadığım için tutanak tutup tutmadıklarını ve mükerrer oylar için gerekli işlemleri yapıp yapmadıklarını bilmiyorum ama o sandıkta seçimlerin biraz hararetli geçtiğini söyleyebilirim.

Öğlene kadar oldukça sakin ve rahat bir seçim geçirdik. Arada tek tük okuma-yazma bilmediğini söyleyenlere sandık başkanımız yapmaları gerekeni anlattı ve bu kişiler oylarını sorunsuz şekilde kullandılar. Yardımcı olmak istediğini söyleyen akrabalarını engelledik; problemsiz oy kullanımı gerçekleşti. Mahalle sakini olan sandık kurulu üyelerimiz, seçmen eğilimleri ve oy kullanım zamanlarıyla ilgili olarak esas hareketin öğleden sonra yaşanacağını söylemişti. O nedenle 11:00 civarında, oyumu kullanmak üzere kendi sandığıma gittim.

Bu ana kadar seçmenle ilgili gözlemlerim:

  • Mahalle’nin yerel adı: Tepecik Tenekeli
  • 01 Adana, Çukur vb. dizilerden etkilenerek çekmeye başladıkları bir internet dizileri varmış. Fragmanı şurada.
  • Sandık kurulumuzda görev yapan mahalleli arkadaşlar seçimde, mahallelinin aksine oldukça tarafsız davrandılar. Onlar olmasa çok daha fazla problem yaşardık.
  • Okumam yazmam yok diyen çok fazla seçmen var. Ancak sonuçlara bakarak rahatlıkla söyleyebilirim ki; gayet az sayıda geçersiz oy kullandılar. Oylarını büyük isabetle kullandılar.
  • Öğlene kadar gelen seçmen sayısı 40–50 civarıydı. Öğleden sonra ciddi bir yığılma vardı.
  • Aşırı derecede heyecanlı ve hararetliler. Sürekli bağırarak konuştukları için aşırı gürültülü ve kaotik bir ortamda görev yaptık.

Beklediğimiz gibi öğleden sonra hareketlenme başladı. Oy kullanmasına rağmen sandık başında ailesini bekleyenler, karısıyla oy kullandırmadığımız için kızıp bağıranlar, akrabası oy kullanırken “AKP’ye bas”, “ampule bas” diyenler, oyunun fotoğrafını çekenler vs. derken türlü türlü usülsüzlükler maalesef yaşandı. Sandık alanı, çoğunlukla görev yapmakta zorlandığımız; deyim yerindeyse kaotik bir yer haline geldi.

Öğlen 13:30–15:00 arasında kaos, yerini şiddete bıraktı. Sebebini tam olarak bilmediğimiz bir sebepten ötürü okul binasında ve bahçede tekme tokat kavga çıktı. Okul bahçesine 3 polis aracı geldi ve müdahele edip bahçedeki insanları dağıttılar. Bir süre yatışmış gibi görünse de; kısa bir süre sonra kavga eden kişilerden biri bizim sandığın başındaydı. 15:00’e doğru okul bahçesine bir ambulans geldi. Ne kadar doğru bilmiyorum ama HDP’li birinin yaralandığı bilgisi geldi. Bizim sandıkta HDP’yi ve MHP’yi temsil eden arkadaşlar da maalesef sandık başına gelen kişilerce terörize edildi. Okul bahçesinde sivil polis görünümlü, belinde kelepçe taşıyan birinin, polislerin yanında insanlara bağırdığını, bir ara okul müdürünü tartakladığını gördüm ve maalesef polis, olaylara müdahele etmekten çok ortalığı yatıştırıp pek karışmamayı tercih etti. Sonrasında burada yazamayacağım kadar çok şey yaşandı. Bu şartlar altında sandık görevlileri ve müşahitler olarak bizlerin, yaşanan usülsüzlüklere karşı tutanak tutması pek mümkün değildi. Tek tesellim; en azından bizim sandıkta usulsüzlükler ve sorunlar yaşanmasına rağmen, oy kullanma işlemleri sorunsuz bir şekilde tamamlandı ve sayıma geçtik.

Sayım esnasında, okul binasının giriş kapısının kapatıldığını ve dışarıdan girişlere (tanınan belli kişiler hariç) izin verilmediğini öğrendim. Girişte biri kadın, 3 polis dışında bina etrafında hiç polis olmaması sayımın selâmeti açısından risk teşkil etse de sayımı, oy kullanma sürecine göre sıfır sorunla tamamlayıp 20:00 civarında ıslak imzalı tutanaklarla sınıftan ayrılabildik.

Elimdeki tutanakların, Adil Seçim uygulaması üstünden fotoğraflarını çekip paylaşmak istedim ancak benim bunu yaptığım saatlerde uygulama maalesef çalışmıyordu. Fotoğraflarını çekip sonra atarım diye düşündüm ancak T3 ve Adil Seçim uygulaması yalnızca fotoğraf çekimiyle çalışıyormuş. Islak imzalı tutanakların orjinallerini CHP’nin bina sorumlusuna teslim ettiğim için bu biraz sorun oldu. Sonradan bilgisayar ekranını kullanarak Adil Seçim’e yükleyebildim ama T3’te başarılı olamadım.


Seçim Sonrası

Görev yaptığımız mahallede ezici bir AKP üstünlüğü söz konusu. CB adayları ve partiler adına orada bulunuyor gibi görünsek de; inanılmaz tarafsız kaldığımızı, kalabildiğimizi söyleyebilirim. Tabii ki; herkesin eğilimini bilmiyorum ancak en çok gözlemlediğim şey, AKP seçmeninin diğer seçmenlerin iradesine büyük oranda saygı duymadığı yönünde. Sayım esnasında CHP müşahidi olarak, AKP’nin en az 2 kere, MHP’nin 1 kere oyunu düzelttim. Çok rahatlıkla ifade edebilirim ki; görüşlerimiz tamamen zıt olsa da, AKP’den ve politikalarından rahatsız olsam da, herkesin oylarına sahip çıkmak için elimden geleni yaptım. Sandık kurulu başkanının ve üyelerinin de bu konudaki çabalarına şahidim. Ayrıca seçmenin çeşitli usülsüzlükler olmasına rağmen oy çalma girişimine tanık olmadım. AKP’ye gönül veriyorlar, hatta partizanlar. Ama oy sandıklarına AKP girdi, AKP çıktı. Bizim görevimiz, seçmen iradesinin sandığa yansıdığından emin olmaktı; renginden değil.

Bu seçime kadar, AKP’nin bir çok bölgede, ekonomik şartları da kullanarak seçmenlerin zaaflarından faydalandığını, boş zarf verip dolusunu para karşılığı alarak, seçmen iradesini satın aldığına inanıyordum. Nitekim bundan dolayı da mühürsüz oy konusuna özel önem verdik. (ama hiç çıkmadı) Eminim bunlar belli bölgelerde yaşanmıştır da; nitekim sosyal medyada örneklerini görüyoruz. Bu seçime maalesef kan da bulaştı.

Ancak bir de “herşeye rağmen reis” diyen, AKP’den çok Tayyip Erdoğan’ı destekleyen; onunla sonuna kadar gidecek bir kitle var. Biz kendi gerçeklerimizle yaşayıp, diğer grubu tamamen yok farzederek ülke gerçeklerinden kopuyoruz gerçekten. Ülke olarak uçurumdan yuvarlanmadan, felâketler yaşamadan bu insanları nasıl kazanırız, nasıl iknâ ederiz ya da edebilir miyiz; onu düşünmek lazım.

Kendim ve Türkiye açısından bakarsak; ben yenilgiyi henüz hazmedemedim. Muharrem İnce’ye ve başaracağına çok ama çok inanmıştım. Hala da inanıyorum. Yenilgiyi kabullenip rakibine hakkını teslim ederek, demokrasiye olan inancını gösterdiği ve hepimize örnek olduğu için de kendisine minnettarım. Kemal Kılıçdaroğlu’nun istifa ederek yerini Muharrem İnce’ye bırakması ve CHP’nin yeniden yapılanarak Tayyip Erdoğan ve AKP’siz de bir Türkiye’nin mümkün olabileceğini halka anlatabilmesi gerekiyor.

Başkanlık sisteminin yanlış olduğunu, tek kişiye verilen bu denli “dengesiz” gücün, öncelikle muhalif kesime, sonrasındaysa herkese zarar vereceğine inanıyorum. Yüce önder Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği gibi: “Hakimiyet kayıtsız, şartsız milletindir” ve öyle kalmalıdır.

Seçimler ülkemiz adına hayırlı olsun.