3 senedir hayatımda çok şey değişti. Tüm bunlar olup biterken yazmayı çok istedim ama elim bir türlü gitmedi. Medium, twitter, instagram gibi araçlar paylaşma şeklimizi değiştirdi ve belki de yazmak, o eski anlamını yitirdi. raptiye’yi statik içerik sunacak şekilde baştan yazma planlarım var ama bu devirde buna gerek var mı ona da pek emin değilim. Yazdığım içerik çöp dahi olsa kaybetmek istemediğim için Medium’a da elim gitmiyordu ancak kalıcı bir çözüm bulana kadar Medium’dan yazabilirim diye düşündüm. Neyse; uzatmadan 3 senenin bir özetini yapmak istiyorum.

Butigo’yu sıfırdan yazdığımız ve son rötuşları attığımız günlerde şirketin darda olduğunu ve işten çıkarılacağımızı öğrendik. Ani gelen haberin şokunu atlattıktan sonra iş aramaya koyuldum ve bir süre sonra Monitise’da çalışmaya başladım. Pozitron, İngilizler tarafından henüz yeni satın alınmış ve Monitise MEA olarak yepyeni bir sürecin içine girmişti. Tıpkı Huawei’de olduğu gibi; şirket içinde yepyeni bir sürecin parçası olmak, benim için heyecan verici olduğu kadar aynı zamanda bir şanstı. Girişimler çok öğretici olsa da, özellikle hayatınızın risk alamayacağınız dönemlerinde yıpratıcı oluyorlar. Böyle zamanlarda daha kurumsal şirketlerde yer almak; kişisel huzur, ülkenin içinde bulunduğu durum ve diğer şartlar bakımından daha mantıklı. Benimki zorunlu bir geçiş olsa da geriye dönüp baktığımda Allah’ın sevdiği kuluymuşum demekten alamıyorum kendimi.

Butigo’da çalışırken hayatımdaki en büyük değişikliğe “evet” diyerek evlendim. Bilge’yle 4 senelik ilişkimizi evlenerek taçlandırma kararı aldık. 4 senede onunla büyüdüm; en uç duyguları beraber yaşadık desem yeri. İnsanın sevdiğiyle aile olması, beraber aynı evde yaşamaya başlaması, farklı sorumluluklar alması garip bir şeymiş; aniden daha bir büyüyüverdik sanki. Baba evinde yaşarken hiç bilmediğimiz sorumlulukları aniden omuzlayıvermek, İstanbul’un hiç bilmediğimiz bir yerinde oturmaya başlayıp kira, aidat, fatura takibi derken aile bütçesi diye düşünmeye başlamak enteresan. Çocukça bir bencillikten “biz” demeyi öğrenmekmiş evlilik.

İstanbul’da ev bulmak zor iş. Ataköy, Ataşehir gibi yerlere alışmış olunca, insan ister istemez eşdeğer daireler arıyor. İlanlara bakarken insanların ne kadar zevksiz, ne kadar kötü evlerde oturduklarını görmek epey vurucu oluyor. Tuvaleti yemyeşil, pembe duvarları kahverengi dolaplı evler insanı hayattan soğutuyor resmen. Nihayetinde çok istemiyor olsak da Finanskent’e karar kıldık. TEM ve E5’in kesişim noktasında, kuzey ormanlarına komşu, tepeye kurulmuş bir nevi kale mübarek! Kendi içindeki bir kaç işletmeyi saymazsak, etrafta yürüyerek gidebileceğiniz bir yer olmayan, tecrit edilmiş bir yer Finanskent. Aslında çevredeki bir çok siteye göre daha havadar, daha geniş, daha avantajlı bir yer olsa da insanı çıldırtan yönetimi ve ahalisiyle sevimsiz bir yer. Gündelik hayatta İstanbul’un güzelliğini sadece turistler ve zenginler yaşayabiliyorlar. Trafikten kaçmak için yolu uzatmak pahasına gittiğim Beşiktaş-İstinye güzergâhı ve köprüler olmasa, sanırım deniz görmüyorduk hiç! En yakın sahile gitmenin ancak özel araçla ve 30–45 dk arası sürdüğü, yeşilin ancak kuzeye sıkıştırılmış (ve yokedilmekte olan) ormanlarla sınırlı olduğu, insanların AVM’lere hapsolduğu bir kentte yaşıyor muyduk acaba sahiden?

Monitise’ın İTÜ Teknokent’teki ofisinin teras manzarası

Monitise’ın İTÜ Teknokent’teki ofisinin teras manzarası

Monitise, hayatımda bir dönüm noktası oldu desem yeridir herhalde. Sr. Software Developer olarak girdiğim şirkette pek çok projede yer aldıktan sonra bugün Takım Lideri olarak devam ediyorum. Milyonlarca insanın kullandığı pek çok uygulamanın bir parçası olmak önemli ve çok güzel bir deneyim! Pek çok değerli insanla tanışmak ve beraber çalışmak, bilmediğim teknolojileri öğrenmek, gitmeyi aklımdan dahi geçirmediğim ülkelere ziyaretler yapmak Monitise’ı çok doğru bir tercih yapıyor. Çalışanına önem verdiğini her fırsatta hissettiren, etik olma konusunda bu kadar hassas, hızlı büyümesine rağmen de bunları devam ettirebilen fazla şirket yok Türkiye’de. Belki bir gün başka bir yazıyla daha detaylı anlatabilirim…

Yanılmıyorsam Ocak ya da Şubat ayında şirket yönetiminden, İzmir’de bir ofis açılmasının düşünüldüğüne dair bir duyuru aldık. Kısa bir süre sonra bu düşüncenin hayata geçirildiğini ve İstanbul’daki çalışanlardan isteyenlerin İzmir’deki ofiste çalışabileceklerini öğrendik. Bilge’yle, yukarıda bir kısmını yazdığım sebeplerden ötürü İstanbul’da daha fazla yaşamak istemediğimize karar verip taşınma kararı aldık. Hatta bu kararı öyle bir hızla verdik ki daha ofis inşaat halindeyken biz İzmir’deki evimizi tutmuştuk! :)

İlk taşındığımız günü unutamıyorum. :) Ev bir koli yığınıyken uzun zamandır konuşmadığım arkadaşlarımın bile arayıp şaşkınlıklarını gizleyemeden sordukları soruları dün gibi hatırlıyorum: “nasıl oldu bu iş?” :)

İzmir’e taşındığımızdan beri herkesin sorduğu ilk soru: “memnun musunuz?” oldu. İzmir’e taşındıktan sonra hayat kalitemizin kat be kat arttığını söyleyerek başlayayım. Buraya geldikten sonra İstanbul’da asla yapamayacağımızı söylediğimiz sayısız şeyi yapabilir hale geldik:

  • 3 cepheden ışık alan, deniz manzaralı bir evimiz var. Böyle bir yeri İstanbul’da kiralamak muhtemelen 3–4 katına mâlolurdu. Ev son derece merkezi. 2 ana caddenin tam kesişiminde, metroya 1 dk, sahile 8 dk yürüme mesafesinde.
  • Sahile yürüyüp bisiklet kiralayıp yaklaşık 10 dk içerisinde İnciraltı’ndaki kent ormanına gidip vakit geçirebiliyoruz. Son derece muntazam bir bisiklet yolu var. Ayrıca Ginger/Segway benzeri araçlarla sahil şeridinde gezinmek de mümkün. Belediyenin yeni yaptığı çıkıntılar sayesinde deniz üstünde yatma keyfini yaşayabilir ya da yine yeni yaptıkları iskelelerdeki masalara oturup keyif yapabilirsiniz. Biz akşamları yürüyüş/bisiklet yapıp kahve içiyoruz; baya keyifli oluyor. :)
  • Dünya normlarına göre epey minik kalsa da İstanbul’dan çok daha insancıl bir metromuz var. Yer altına 30 kat inip saçma sapan aktarmalar yapmıyorsunuz. Havalimanına gitmek tek aktarmayla yaklaşık 45 dk sürüyor. Atatürk Havalimanı’nda metroya ulaşabilmek için en az 15 dk yürümeli, sonrasında da örneğin Maslak’a gitmek için 1.5 saat metro yolculuğu çekmelisiniz.
Didim Akbük’ten bir gün batımı

Didim Akbük’ten bir gün batımı

  • 1–2 saatlik bir yolculukla pek çok tatil merkezine ulaşımımız var. Çeşme, Seferihisar, Foça, Didim, Bodrum ve Efes bunlardan sadece bir kısmı.
  • Ege mutfağını söylememe gerek var mı?
  • Trafik hayatımızdan çıktı. Evden işe 40 km yol gidiyorum ama Çeşme otobanına girmem 5 dk, ofise gitmem 25 dk sürüyor. 3 şerit kocaman yol; yormuyor, üstüne keyif veriyor! :)
  • İYTE gibi şehir dışındaki bir kampüste çalışmanın avantajları yok değil. Her şeyden önce Urla’ya yakın olmak başlı başına güzel! 5–10 dk’lık molalarda kampüste yürüyüp çalışmaya devam etmek, koskoca kampüsün sağladığı imkanlardan faydalanmak da cabası! Öte yandan işe erken gidip öncesinde yüzmek ya da iş çıkışında 5 dk’lık yolculukla deniz kenarındaki salaş bir balıkçıda mumu söndürmek hiç de zor değil.
Urla Şarapçılık

Urla Şarapçılık

Peki İstanbul’da olup burada aradığımız şeyler hiç mi yok?

  • Aile, arkadaşlar…
  • Festival ve etkinliklerin çoğu İstanbul’da yapılıyor. Haliyle bir ayağımız hep İstanbul’da.
  • İzmir’deki uçuşlar sınırlı. Yurtdışına yapılacak bir çok uçuş için önce İstanbul’a uçmak gerekiyor. Gerçi bu durum millere olumlu yansıyor. :)
  • İstanbul’a göre iş imkânları maalesef çok kısıtlı.
  • Oto Sanayi! Burda da her şey var ama İstanbul’daki sanayi hakkaten daha oturmuş yahu! Bir sürü sanayi var; yine de kaportacının yanında mobilyacı görüyorsunuz.

Askerliğimi yaparken hayran hayran izlediğim bu şehirde 5 sene sonra yaşayacağım aklıma gelmezdi. Hayat sürprizlere gebe!